Okuma Serüvenim Nasıl Başladı?

0

Okumanın bir şeye “anlam yükleme” olduğunu öğrenebilmem için fırınlar dolusu ekmek yemem gerektiğini o yaşta nereden bilecektim? Beş veya altı yaşındaydım. Daha okula başlamamıza bir yıl vardı. Komşumuz olan ve bizim ninemizin yaşında olduğunu sandığımız bir Cici Teyze’mize, mühendis olan oğlu tarafından okuma (hayır okuma değil, alfabe) öğretildiğini annemizden işittiğimizde bu haberden pek hoşlanmıştık. Annem, rahmetli ikiz kardeşim Alâeddin’le bana: “Cici Teyze o yaşta öğrenebildikten sonra siz de öğrenebilirsiniz.” dediğinde sevinçli bir telaşa kapıldık. Annem, Cici Teyze’den izin alarak biz ikizlerin kendilerine rahatsızlık vermeden onları seyretmesine müsaade almış. Böylece ikinci kez alfabeyle karşılaşmış olduk. İlki, bu olaydan bir yıl öncesiydi… Bizden bir buçuk iki yaş kadar büyük olan ablamız ilkokula başladığında alfabeyi onun elinde görmüştük. Annem, ilkokul üçüncü sınıftayken bir vesileyle okuldan ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Belki öğreniminin bu yarım kalmışlığının da etkisiyle ateşli bir okuma tutkusu vardı. Bizlerin illa da okumasını isterdi. Ablamıza alfabeyi öğretirken biz ikizler de onları izler, onların heceleyerek okuduğu cümleleri, biz de onları taklit ederek tekrarlardık. Dolayısıyla Cici Teyze’nin alfabesini izlerken ona pek de yabancı sayılmazdık. Alfabenin resimlerine, resimlerinin altındaki, kenarındaki yazılara aşinalığımız vardı. Böylece okula başladığımızda okumayı ve yazmayı çabucak sökmüştük. İkinci sınıfa başladığımızda, babam, gazetesini bize okuttururdu. Gene aynı yıl, akrabaları- mızdan, kendisine dayı dediğimiz bir yakınımız, bize bir hikâye kitabı armağan etti. Okul kitabı dışında gördüğüm ve okuduğum, okurken zevk aldığım ilk kitap odur. O kitaptaki hikâyeler, ninemizin ve o komşu Cici Teyze’mizin bize anlattığı masallardan farklıydı. Şimdiki bakışımla söylersem daha bir gerçekçiydi çünkü denizin suyunun niçin tuzlu olduğu sorusunun cevabı, kitaptaki hikâyede şöyle açıklanıyordu: Değirmeninde tuz öğüten kahramanımız, şu anda hatırlayamadığım bir serüvenin sonunda denizin dibine iner ve o gündür bu gündür işini orada, denizin dibinde sürdürür: işte deniz suyu bunun için tuzludur! Oysa ninemin biz üç kardeşe anlattığı ve bizim bayıldığımız hikâye (ki o hikâye veya masal demez, heyket derdi) “Eciiik bir gözüm açıldı.” biçiminde repliği olan bir anlatıydı. Cici Teyze’mizin anlattığı masalın adı “Ali Gottik” adını taşıyordu. Başka masallar da dinliyorduk. Mesela ikinci sınıfa geçtiğimiz yılın yaz mevsimi ki hayatımın en uzun yazıdır, bağ komşumuz ve uzaktan akrabamız olan Abdurrahman Ağa amcamız, şıra yapma mevsimi geldiğinde (Ağustos ayının son bir iki haftasıyla eylül başları, bu mevsime bazı yerlerde bağ bozumu diyorlar.), geceler boyu süren Binbir Gece Masalları ile Köroğlu Destanı’nı (onun Maraş versiyonunu) anlatırdı. Ayrıca Şahmeran masalı… Bu dönem Maraş’ta geçiyor. Böylece üçüncü sınıfa geçip babamın tayini dolayısıyla Malatya’ya geldiğimizde kendi çapımızda bir birikimimiz olmuştu. O yılın tatilinde, ilk kez, kendi paramızla kitap almayı öğrendik. Aslında mahallemizin çocukları haylazdı fakat açıklanamaz biçimde bir okuma ve sinema merakları vardı. Hazreti Ali’nin Cenkleri dizisini ilk kez onların elinden tanıdık. O kitaplardan biz de edinmek istedik. Malatya’da Yeni Cami’nin avlu duvarının üstünde bu tür kitapları sergileyen kitapçılar vardı.

Hazreti Ali dizisinde bir kitabın yanında Nasrettin Hoca adını taşıyan bir kitabı daha aldırmıştım babama. Nasrettin Hoca’yı işitmiştik. Ben, aldığımız kitabı Nasrettin Hoca’nın maceralarını anlatan bir kitap diye düşünüyordum, aldanmışım. Tek tek fıkralar görünce sükûtu hayale uğradım. Ancak Nasrettin Hoca fıkralarını sindirince onun arkasından İncili Çavuş’u tanıdık. Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Leylâ ile Mecnun, Karacaoğlan ve birbirini takip eden bütün bir halk hikâyeleri dizisi…

Beşinci sınıfta, bir yandan Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Kolsuz Kahraman ile başlayıp devam eden Türklük bilinciyle yüklü kahramanlık romanlarını okurken bir yandan da Feridun Fazıl Tülbentçi’nin (Osmanoğulları, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor) romanlarını okumaya çalışıyorduk. Ve elbette Nihal Atsız’ın o unutulmaz Bozkurtların Ölümü, onun ardından Bozkurtlar Diriliyor adlarını taşıyan romanları. Ve aynı yıl, bir bakıma okumamızda bir dönüm noktası: Ablamız, ilk sömestirin sonunda iftihara geçtiğinde, ona üç adet kitap hediye etmişler: Hemingway (Hemingvey)’dan Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Kerime Nadir’den Hıçkırık ve bir de Türk Fıkraları gibi adı olan bir fıkra kitabı… Hemingway’ın romanının o yıl filmi de gösteriliyordu, bu film çok da popülerdi ancak o filmlerin taşraya gelmesi yıllar sonra mümkün olabilirdi. Biz de gazetelerden filmle ilgili yazıları okuduğumuzda filmi ağzımızın suyu akarak bekliyorduk. Şimdi, hiç beklenmezken filmin romanı elimize geçince üç kardeş üçümüz birden bu romana abandık. Alâeddin’le ben, aynı kitabı aynı anda bir arada okuyabilirdik fakat ablamız bize katılmazdı. Ben o romanın o tarihte ancak üçte birini okuyabildim. Sonunda sıkıldım. Hıçkırık romanının talibi yoktu. Böylece hemen ona başladım. Ama ne başlayış! Ötekinde hiç yürümeyen hızım, bu kitapta dağ tepe demeden koşuşturuyordu. Kitabı bir solukta bitirdim ve kitaptan çok etkilendim. “Nalan’ın anlattığını Handan güldürecek.” cümlesini okuduğumda artık koptum, göz yaşlarımı tutamadım. Aynı yıl Esat Mahmut Karakurt, onun Dağ- ları Bekleyen Kız, Ankara Ekspresi, Erikler Çiçek Açtı romanları… Arkasından Muazzez Tahsin, Ethem İzzet Benice… Derken Fantoma dizisi, arkasından Pardayanlar Mişel Zevako’nun şövalye romanları… O yaz tatilinde Maraş’a döndüğümüzde teyzemlerin evinde Faruk Nafız Çamlıbel’in Bir Ömür Böyle Geçti adını taşıyan şiir kitabını keşfedişim…

Orta üçüncü sınıfa kadar, ders dışı kitapları dolu dolu okuduk. Kiralık kitap alıyorduk. Kitabına göre geceliği 5 veya 10 kuruş olurdu. Kiralık okuduğum kitapların haddi hesabı yoktur ama onlardan bugün de aklımda kalanı Xavier de Montepin’in Ekmekçi Kadın romanıdır. Derken orta üçe geçtiğimiz yıl Tunceli, babamın tayini bayındırlık müdürü olarak oraya çıktı. Tunceli’de değil kitap, gazete bulmak bile mümkün değil ancak komşumuz olan bir Hoca Hanım’ın İstanbul’dan tanıdıkları, gecikmiş olarak bir hafta birikmiş günlük Yeni Sabah gazetesini gönderiyorlar. Hoca Hanım’ın bizimle aynı yaşta, aynı sınıfta bir kardeşi var, o, okumaktan hazzetmiyor, böylece gazeteler bize yarıyor… Derken bir defasında, Hoca Hanım’ın kardeşi için Ömer Seyfettin’in bütün bir hikâye külliyatını gönderdiler ancak o, okumaya uzak durduğundan külliyatı biz aldık. Hayatımın en zevkli okuma sürecidir diyebilirim. Derken ortaokul bitti. Babam emekliye ayrıldı. Yeniden Maraş… Maraş’ta, bundan sonra, yeni bir okuma dönemi. Yeni ve farklı… Klasiklerle ciddi bir tanışıklık… ama bu, ayrı bir anlatı konusu, bizim okuma serüvenimizin başlangıç kısmı burada bitiyor. Okumanın bir şeye “anlam yükleme” olduğunu öğrenmemize de daha vakit var ancak ciddi okuma için yeterli bir birikimimizin oluşmuş olduğunu söyleyebilirim.

Rasim ÖZDENÖREN

Yorum Yaz