Güneş rengine bürünen yapraklar, ikindinin serininde uçsuz yolculuğa çıkmanın hazırlığına soyunurken pencereden süzülen ışık birbiri ardınca devrilen onca yılın hatıralarını getiriverdi. Daha dün gibiydi ilkokulda, bağda, bahçede ve tarlada geçirdiği günler… Çarıkların içinde ayaklar yana yana harmanlarda ekin dermek, domuz girmesin diye gecenin ayazında ayçiçeği beklemek, kışın soğuğunda çantayı sırtlanıp çamur çaylak demeden okula koştur koştur gitmek; okul dönüşünde de ya şarıldağa ya da harmana kaçmak… Akşam olunca da masumluğun, garibanlığın ve sabrın gözlerinden süzüldüğü, nasırlaşmış ellerinde şefkat kokusunun yayıldığı ananın hazırladığı aşın başına toplanıp acı soğan kuru yavanla karın doyurmak; demir leblebi olan yokluğu dişleri kanaya kanaya gevip bir tabaka tütüne gizleyerek, bakışlarında vakur taşıyan güçlü bir atanın gözü önünde; korkuyu, sevgiyi ve güveni yaşamak… Her biri takvimden süzülen sıla olup zaman denizini dolduruyordu.
Eğri bacalardan düz çıkan dumanlar, iğri iğri düşen yağmur damlalarına karışarak akşamın rengini şu koca şehrin üstüne perde perde taşıyordu. Karanlığın yayılan her bir tonu sanki geçmişi davet ediyor, kapıdaki mazi ise ruhuna hasret sancısı çektiriyordu. Mızrap vurdukça efkarın teline bitmeyen şarkı çalınır, anılar gözlerde hayat bulurdu. Gözlerde canlanan anılar, bin yıllık Kisra saraylarının Mecusi ateşinde yanarak özleşen, özleştikçe biriken tek damla gözyaşı olup İbrahim”i yakmayan ateşi söndürecek kudrete ulaşınca Ziya Hoca ruhunu doyurmaktaydı.
Lambalar yanınca nesnelerin dünyasında olduğunu fark etti; gelen sese yöneldi. Sesin sahibi Harun’du. Harun, yokluğu ve toprağı bilmese de modern dünyanın açtığı derin yaraları görebilecek kadar ufuk sahibiydi.Harun:
-Dedeciğim akşam yemeği hazır; hadi buyur, gidelim.
Ziya Hoca:
-Tamam çocuğum
Sonbaharın görkemindeki çınar Ziya Hoca ile, ilkbaharın; renk, zevk ve koku çeşnisi taze filiz dalı Harun’un konuşmasına gerek yoktu aslında. Onların dünyasında gönülden gelen sesler gözlerde kelimeye dönerdi. Ne de olsa aşk tepeden gelir, zirvede doğar ve eteklerde lisanı hafi olurdu. Saz ve mızrap, okla yay, hilalle yıldız gibi bütünleyen ve tamamlanan süregidendi ikisi. Biri diğerinin hayali, diğeri bir ötekinin modeliydi. Ziya Hoca kalkmak için yüklendi yılların yorgunluğunu taşıyan dizlerine. Maalesef! O azametli yaylaları dağları tepeleri aşan bacaklar küçük bedenini taşıyamıyordu artık. Hâlbuki neleri taşımıştı bu dizler de şimdi dermansız kalmıştı! Ziya Hoca, Harun’un gözlerine bakıp ağır adımlarla ilerlemeye başladı yemek masasına. Yemek masası, köydeki evle yayladaki şarıldağın arası kadar uzaktı sanki. Ziya Hoca; maşuğunun sırrını bakışlarına gizleyip, gözlerine asilce çizen âşık gibi geçtiği her menzilde köyünü görüyor, efsunkâr anılarını korumak için onları dış dünyadan soyutluyordu.
Gökyüzüne arz-ı endam edip raks ortasında bir yürüyüp bir bakan dilber gibi uzanan serviler ve dağın eteğine eğilmiş muttasıl suya kanan sık ormanlık, heybetiyle tepeden nazar eden; varlığın mahrumu yokluğun zengini, taşlaşmış evlerde sıcacık kalplerin yaşadığı şu dağ köyü, gelinlik kızın zifaf sandığı gibi Ziya Hoca’nın sırrını taşıyordu.
Sevdiği her şeyden zevaldi.
Yalandan riyadan ruhu bi’ haldi
Kursağından geçen zerre helaldi
Doğacak güneşlere batan hilaldi
-Toprak, pür ve meşe kokusu her tarafı sarmış; imbikten süzülen şarap gibi sarhoş ediyor insanı! Özlemişim! Bir hayalim var! Şu görünen yerde de bir evim olmalı, arada bir gelip toprağıma doymalıyım. Az ileride de küçük bir yer imar etmeliyim ki toprağımın tarih kokan havasını tekrar yaşamalıyım. Burada babamla omuz omuza ekin dererdim. Güneşin altında ter döküp altın sarısı başaklara sarılırdık, annenin yavrusuna sarıldığı gibi. Şurada gün görmeyen anacığımla çuval taşıyoruz. Bir gün olsun rahat yüzü görmeyen anacığım bize kıyamaz kendisi taşımak isterdi. Gücü yetmeyince belli etmez beline sardığı kuşağı iyice sıkılar biraz soluklanır: “Vay dizler vay! ” der; yine sükut elbisesini giyer, işine devam ederdi. Gün dönünce ağalarımla yola çıkar sürüyü eve sürerdik. Tozlu yollara karışan ömrümüz uçup giderdi. Kim derdi her birimiz bir gün perem perem dağılıp gideceğiz. Ata, ana derken ağa!!! Ve kalan, gidenin ardından gözyaşı dökecek tefekküre duran derviş gibi sükûta erecek sadrına saplanan sılayı yeninde taşıyacaktı.
Kıvrılıp giden ince, dar ve tozlu yollar… Ah, bu yollar! Topaçların kırbaçlandığı, aşık kemiklerinin oynandığı zamanlarda bağrı yanığa su veren çoban çeşmesi gibi çocuklara neşe veriyordu. Akşam olunca damlardan yükselen kaşık sesleri bu tozlu yollarda buluşur, günün neşesini üstlenir bir bardak çaya anlam yüklerdi. Kimleri görmüş, kimleri yolcu etmişti, gidene veda ederken gelene selam ederdi bu kıvrılıp giden ince, dar ve tozlu yollar.
Her geçilen durakta yeni bir hayat yatıyor, her menzil bir emeği barındırıyordu. İşte bak! Minnet ve sadakat sunmak için bir bir evlerinin kapısına diziliyor, el pençe divan duruyordu hepsi. Mehmet Ağanın avukat olan oğlu, Sami Dayının öğretmen olan kızı, Hüseyin Emminin doktor olan oğlu, Ayşe Kadının yetim kalan torunu, cebindeki parayı pay ettiği Süleyman ve daha nice köyün kızı, kızanı… Tanıdığı tanımadığı birçok kimse geliyordu işte. Acaba yardımının dokunmadığı; cebini, gönlünü, evini ve yurdunu açmadığı ya da gönlüne iz etmediği kim kalmıştı?
Ziya Hoca:
-İnsanoğlu için mühim olan izden gitmek değil; iz yapmak olmalı asıl gaye, derdi; hocam.
Bağrı yanığa serinlik sunan meltem rüzgârı, yalnızlıktan boyun büküp suya sarkan ince söğüt dalıyla suyu harelendirdi. Minicikten başlayan dalgalar gittikçe büyüyor suda kayboluyordu. Suyla söğüt dalının her buluşmasında temaşa eden halkalar sanki insan ömrünün bir kesiti oluvermişti. Varlık aslına rücu ediyordu halkaların deniz suyuna karışıp yok olması gibi. Ve bir gün gözler arşa takılacaktı! Ayrı kalan parça, toprakla buluşup aslına dönecekti. İşte o vakit vazgeçemedikleri sebebiyle ayrı kaldığı toprağına ve giden sevdiklerine kavuşacaktı. Koskoca tarihi, iyiyi, kötüyü, el aldığını, el verdiğini ve meşale girmeyen gönül âlemini toprağa yar edecekti.
Bütün bu düşünceler arasında yemek masasına oturmuştu da farkına bile varamamıştı Ziya Hoca. Harun:
-Dedeciğim hadi buyur yemeğini ye.
Evvelki zamanın içinde şimdiki zamanın dışında kalan Ziya Hoca, varlık alemine dönüp kamaşan bakışlarla kaşığı tabakla buluşturup çorbasını yudumlamaya başladı. Bu düşünceler arasında kendi kendine şunları mırıldandı:
“Her Derde Oldun da Deva, Kendine Olamadın
Ziya!
Said AYDOĞAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni