EDEPSİZ ADAP OLUR MU?
Kültürel yapının gereklilikleri ile dini ritüellerin homojen bir yapı kurarak insana toplum içinde saygın bir kimlik kazandırıp nezaketin, zarafetin, beyefendiliğin veya hanımefendiliğin zuhur etmesini sağlayan kurallara adab-ı muaşeret denir.
Mirasını yediğimiz Yunus Emre:
” Gelin bir tanışık edelim işin kolayın tutalım sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz.’
“Girdim ilim meclisine eyledim kıldım edep dediler ilim geride illa edep illa edep.“
Söz incileriyle adab-ı muaşereti iki temel üzerine inşa etmiştir.
Adap kelimesi edep sözcüğünden türemiştir. Edebin çoğullaşmış haline adab denir. Edep nasıl mı çoğullaşır? Şöyle ki: İnsan bir günah işlerse her uzvu ne yaptığını nasıl yaptığını tek tek söyleyecektir. Keza Allah cc. sevdiği kullarının gören gözü işiten kulağı olacağını Kuran’ı Kerimde beyan ederek her organın kendine özgü hallerinin olduğunu vurgulamıştır. İnsanın her hareketi bir edep çerçevesinde gelişmektedir ki, Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim. Rabbim beni en güzel surette edeplendirmiş, sözüyle Hz Peygamber efendimiz edebi ve ahlakı öğütleyerek benden koordinasyonunun üzerinde durur. Bezm-i âlemi sevgi üzerine yaratan Allah cc. kulun gönlüne sevgiyi yerleştirmiştir ki insan, canlıya karşı merhametli, cömert ve tevazu sahibi olsun. Sevginin kime veya neye karşı olduğu önemli değildir. Doksan bin Mecusi’yi Müslüman eden Yusuf Hemedani Hz. Anadolu’nun Türk ve İslam hâkimiyeti altına girmesini sağlayan Ahmet Yesevi ve onun alperenleri ve daha niceleri tabiata ve insanlara karşı sevgide saygıda tevazuda ikramda ve işarda kusur etmeyerek koskoca bir medeniyeti inşa etmişlerdir. Övündüğümüz, toz kondurmadığımız bu muasır medeniyetin kapısını dünyaya Mevlana Hz. İle açarak sevgiyi şefkati merhameti insancıllığı insanlığa öğrettik de biz öğrenebildik mi? Sevginin rafa kaldırılıp çıkarcılığın ve istismarcılığın ısıtılıp ısıtılıp yendiği, vicdanın mahrem bir fotoğraf gibi cüzdanlarda saklandığı; koltuk, makam ve mevki hevesinin ortalıkta cirit attığı, küçük dağları ben yarattım dercesine insanlara küçümseyerek bakılan, ego işkembesinin benlikle şişirildiği ve ekâbirliğin fırından çıkan ekmek gibi tüttüğü bir toplumda adab-ı muaşeretten söz edebilir miyiz?
Yüzlerin ekşitildiği, tevazünün insanlık borsasında taban yaptığı ahlakın ve edebin nazariyetçiliğinin yapıldığı minyatür suratlarımıza bin bir maskeler takarak bir türlü kendimiz olamadığımız, kapılar ardında dedikodular çevirip sonrasında gülücükler saçtığımız hasetçiliğin fesatçılığın kuru fasulye gibi şişkinlik yaptığı; günahın sevabın tedavülden kaldırılıp suç ve suçsuzluğun olduğu; seküler merkeziyetçi, nanist ve hedonist düşüncelerin nüfuz ettiği bir toplumda adab-ı muaşeretten konuşmamız mümkün müdür?
Elbette mümkündür; mümkün olması da elzemdir. Birey olarak kendimizi çek ederek zihin, kalp ve ruh denklemindeki koordinasyonu Kur’an ve sünnet ışığında kurarak Mevlana 1 yıl, Yunus’u, Hacı Bektaşi Veli ‘yi ve dahi Şah-ı Nakşibendi’ yi örnek alıp eşimize, çocuklarımıza, komşumuza veya meslektaşımıza iyi bir model olmak kaydıyla adab-ı muaşeretten konuşabiliriz; aksi halde edepsiz adap, postuna saman doldurulmuş korkuluğa benzer.